Güzel sanatların toplumla ilişkisinin en önemli yanı; topluma mal oluş ve sanatçının toplumun bireyleriyle arasında var ettiği yakınlığın derecesi ile yarattığı etkidir.

Bu yazıda müziği de konu edinerek, bu üçleme üzerinden esasen sanatın ve müziğin gerek insanda ve gerekse toplumda yarattığı üstün katkı dile getirilecektir.

Toplumdan ve müzikten kast edilenin berraklığından dolayı, sadece “Güzel Sanatlar nedir?” sorusunu cevaplamak iyi bir başlangıç olabilir. Güzel Sanatlar terimi ilk defa Fransızcada “beaux arts” olarak, resimheykelbaskı gibi görsel sanatları tanımlamak için bulunmuştur. Güzel sanatlar teriminin çıkış sebebi tekstil, seramik gibi zanaat ve uygulamalı sanatlardan ayırmaktı. Buradaki “güzel” sanat eserinin niteliğini değil, disiplinin estetikle bağlantısını vurgulamak için kullanılmıştır.

Tanımdan yola çıktığımızda akla şu sorular gelmektedir;

Güzel sanatların hacmini, yaygınlığını, kalitesini vb kimler belirler? Bu sanatı icra edenler, yani sanatçılar mı, yoksa o sanatçının ürünlerini sunduğu toplum mu? Toplum homojen bir yapıya sahip olmadığına göre, acaba her sanatçının en yüksek beğeniyi elde edebileceğini düşündüğü daha alt gruplar mı?  Yoksa bu gruplara önderlik eden akiller mi?  Sanatçı kimlerin gönlünü fethetmeyi hedefler? Soyut resimle uğraşan bir ressam, acaba Adana’daki pamuk işçisinin kültürel yaşamını gözetir mi? Bağlamasıyla şelpe çalan bir virtüözün hedef kitlesi kimdir? Bir heykeltıraş, göz nuru eserlerini bir varoş mahallede sergilemeyi arzu eder mi?  Sanatçı nereden ve kimlerden beslenir? Karadenizli bir sanatçı hep Karadeniz kültürüyle mi yoğrulur? Nazım Hikmet Ran yazdığı şiirlerle, bütün dünyada nasıl kavrayıcı olmuştur? Egeli bir sanatçı öncelikle bir doğu motifini mi kullanmayı arzu eder? Norveç’li bir yazar, Anadolu’dan, Anadolu kadınından esinlenebilir mi? Kolombiya’lı yazar Gabrial Garcia Marquez, “Yüzyılın Yalnızlığı” kitabında yazdıklarıyla bizi nasıl duygulandırabilir?

Elbette tüm bu soruların cevabı vardır. Ötesinde konu bilimseldir ve akademik bir disiplinle incelenecek kadar önemlidir. Nitekim bütün bu düşünceler sanat sosyolojisinin doğmasına neden olmuştur. Peki bu alan sanatın mı, yoksa sosyolojinin mi alt birimidir? Muhtemelen işte bu halen tartışılmaktadır. İşin içine felsefe, psikoloji, ekonomi vb. alanları da eklediğimizde, disiplinler arası, akademik bir konu olduğu görülmektedir.

Akademik konuyu yetkinlerine bırakarak, burada bizim edineceğimiz düşüncenin şu olduğu söylenebilir. Bir güzel sanatlar dalının topluma mal oluş seviyesi ve yaygınlığının kudreti ne olursa olsun, evrene, topluma ve insana katkısını yerine getirmektedir. Çünkü göreceli de olsa, sanat her şeyden önce insanların kişisel gelişimine katkı sağlamaktadır. Sanat düşünen, duyumsayan, duygulandıran, yenilikçi, üretmeye sevk eden ve sorgulayan insanların sayısının artmasına sebep olmaktadır. Bu bireylerden oluşan bir toplum da, doğal olarak aynı oranda toplumsal değişime ve gelişime açık olacaktır.

Diğer bir soru da acaba yukarıdaki güzel sanatlar tanımından hareketle, müziği sanatın dışında bir olgu kabul etme olasılığı var mıdır? Bu yaklaşıma peşinen itiraz edenler ve müzik de bir sanat dalıdır diyenler mutlaka olacaktır. Ancak  sanatın ve müziğin toplumla olan ilişkisini ele aldığımızda, müziği sanattan ayrı bir olgu kabul etmenin çok da yanlış olmadığı sonucuna varabiliriz.

Sebebi toplumun müzikle -diğer güzel sanatlara nazaran- çok daha yakın olmasındadır. Her bebeğin ilk andan itibaren, annelerin okuduğu ninni sayesinde müzikle tanışması, hiç müzik dinlemeyen bir insanın bile ıslıkla bir melodiyi mırıldanabilmesi veya ayağıyla/eliyle bir müziğe tempo tutabilmesi, en yoksul bireylerin bile radyoda müzik dinleyebilmesi, sosyal mekanlarda ve günlük yaşamda kesintisiz varlığı, müziğin dini mekanlarda ve ritüellerde de var olması vb. sebepler müziğin sanata göre yüksek yaygınlığı sonucunu doğurur. Tarihi perspektifi incelendiğinde geçmişten günümüze kadar varlığını sürdüren (yazılı veya yazılı olmayan) müzik eserlerinin, diğer güzel sanatlar eserlerine göre daha çok olduğu iddiası da bu yaklaşımı desteklemektedir. Müziği diğer güzel sanatlardan farklı kılan bir unsur da, müziğin insanların daha çok duyusuna hitap etmesidir. Tıpkı tiyatro gibi hem dinlemek, hem sunanların sağladığı görsellikleri görebilmek iletişimi ve müziğe olan bağımlılığı güçlendirir.

Aşık Veysel (Şatıroğlu)‘nun toplumun tüm kesimlerine hitap edebilmesindeki gizem, “Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece…” sözlerinin herkesçe benimsenmesi,

Barış Manço‘nun hem çocuklara, hem yetişkinlere hitap edebilmesi, 35 yıllık ömrüne 676 eser sığdıran Wolfgang Amadeus Mozart’ın ve işitme engelli Ludwing Beethoven‘in eserlerinin 200 senedir tüm dünyaca dinlenmesi müziğin olağanüstü gücündendir.

Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer “… Müzikçinin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir…  İnsanın ruhunu daha dolaysız ve daha derin biçimde etkileyen bir başka sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü, müzik gibi dolaysız ve derin bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak, ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün pisliklerden, bütün zavallılıklardan ve bayağılıklardan arıtır.”  derken yaşamımızda sıradan bir olgu veya sanat dalı olarak görülen müziğin, toplumun çekirdeğini teşkil eden insan için, ne denli içselleşmiş olduğuna ve olağanüstü duygusal gücüne işaret etmektedir. İrlanda’lı Yazar-Şair Oscar Wild‘e “Müzik hissin uğultusudur” dedirtecek kadar…

Sonuç olarak birbirine nazaran göreceli de olsa, gerek güzel sanatların bütünü, gerekse tek başına müzik, toplumun çimento harcı gibidir. Geçmişi geleceğe taşımak gibi bağdaştırıcı özelliği bir yana, bu günün kişisel ve toplumsal rehabilitesini sağlayan destekleyici bir olgudur. Ulusal marşları bile bu anlamda değerlendirmek gerekir. Milli değerleri güçlendiren ve toplumun bireylerinin aidiyet duygusunu artıran özelliğiyle de kurumsal anlamda özel bir ilgiyi hak etmektedir.

Çiçeği burnunda bir dernek olan, FA-Mi Musiki ve Sanat Derneği de, gerek sanata ve gerekse müziğe katkı sağlamak üzere mütevazı yolculuğuna başlamıştır…  Milli kültürümüzün bir parçası olarak Türk Müziğini sevdirmek, temel musiki nazariyat bilgisi sağlamak, tiyatro, halk oyunları, bale, dans, Türk/Batı müziği enstrümanlarını tanıtmak, eğitim vermek, konservatuara öğrenci hazırlamak üzere umutla, şevkle yol almaya kararlıdır.

Son söz; Ressam Leonardo da Vinci’nin dediği gibi “Güneşin çiçekleri renklendirmesi gibi, sanat da hayatınıza renk versin ve Filozof Konfüçyüs‘un dediği gibi eğer “Hayat size ıstırap ve keder verirse sükuneti müzikte arayınız”

İkrami Özturan

Yıldırım Bekçi’nin Biyografisi

Yıldırım Bekçi 1959 yılında Samsun’da doğmuştur. Müzik kariyerine 1974 yılında Samsun Musiki Cemiyeti’nde başlamıştır. Yıldırım Bekçi, Samsun Musiki Cemiyeti’nde Cavit Ersoy’dan müzik eğitimi alıp Şef Taner Çağlayan’ın şefliğinde Koroda iki yıl görev yapmıştır. 1975 yılına geldiğinde İstanbul Belediye Konservatuarı sınavından başarıyla geçen Yıldırım Bekçi, konservatuvarda aldığı eğitimle birlikte Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde aktif bir rol oynamıştır ve bu cemiyet döneminde Emin Ongan ile çalışmıştır.

1981-1989 yılları arasında TRT Ankara Radyosu’nda görev yapmıştır. 1989 yılında TRT İstanbul Radyosu’na atanmıştır. 1990 yılında “Düşündüğüm Biri Var” albümünü çıkartmıştır. Bu yıllarda Denizciler Geliyor adlı televizyon dizisinde oynayan Yıldırım Bekçi ilerleyen dönemler İsmail Dede Efendi’nin hayatını konu edinen bir belgeselde oynamıştır. 1998’de özel sebepler nedeni ile İstanbul Radyosu’ndan ayrılarak müzik hayatına sahnelerde devam etmiştir.

Yıldırım Bekçi ve Fami Musiki ve Sanat Derneği

Sanat yaşamı boyunca çok fazla projede yer alan Türk Sanat Müziği’nin kıymetli isimlerinden biri olan Yıldırım Bekçi, FAMİ Musiki ve Sanat Derneği bünyesinde faaliyet gösteren Türk Sanat Müziği Korosu’na şeflik yapmaktadır.

Biri kız biri erkek iki çocuğu olan Yıldırım Bekçi, müzik yaşamına profesyonel olarak devam etmektedir.